Thursday, August 14, 2014

Sosyo-Ekonomik Açıdan Türkiye Musevileri - I

Sosyo-Ekonomik Açıdan Türkiye Musevileri
T
arihte birçok acılara şahit olan Yahudiler için belki de en önemli kırılma noktası, 31 Mart 1492 yılında İspanya’dan sürgünleridir. İspanya Kralı Aragonlu Ferdinand ile Kraliçe Kastilyalı İzabella, imzaladıkları “Kovma Fermanı” ile “Krallık sınırları içerisinde yaşayan Yahudilerin, karılarının, çocuklarının ve hizmetkarlarının, yaşları ne olursa olsun… Katolikliği kabul etmelerini…” emrediyor, aksi taktirde  “ İyice düşündükten, salim kafa ila mütalaa ettikten sonra emrediyoruz ki krallığımızda yaşayan tüm Yahudiler kovulsun ve asla geri dönmesinler” buyuruyordu. Yahudilerin bir kısmı, kerhen de olsa, din değiştirirken, Yahudilerin ekseriyeti gelenek ve dinlerini feda etmektense vatanlarını terk etmeyi yeğledi ve yeni bir yurt arayışına girdi. Birçok devletin, bu göçmenleri kabul etmeye yanaşmadığı böyle bir ortamda Akdeniz’in diğer ucundan; II. Bayezid’in hükümdarlığındaki Devletiosmani, Yahudileri yalnız kabul etmekle iktifa etmemiş; onlara kucak açarak, onlarla yurtlarını paylaşmışlardır.

II. Bayezid beylerbeyleri ve sancakbeylerine gönderdiği bir fermanda “ … Yahudi göçmenleri geri çevirmek şöyle dursun hiçbir zorluk çıkarılmamasını, tam bir içtenlikle karşılanmalarını, aksine hareket ederek göçmenlere kötü muamele yapacakların veya en ufak bir zarara sebebiyet vereceklerin cezalandırılacağını…” bildirmiştir.

Bu ferman, milletimizin genetik kodlarında bulunan misafirperverlik ve hoşgörü hasletlerini kanıtlar nitelikte. Bu yazıda; 1492 yılında Türk insanı ile kaderi kesişen Yahudilerin, Türkiye Musevilerine dönüş serüvenini ve Türkiye Musevilerinin Osmanlı toplumu üzerindeki sosyo-ekonomik etkisini inceleyeceğiz. Bununla beraber Türk millet ve devletinin Yahudilere karşı sahip olduğu insancıl yaklaşımı, insanlığa örnek teşkil etmesi umudu ile anlatacağız.

İslami ve Yahudi Kaynaklara Göre Yahudilik

-          Yahudi Kaynaklarına Göre[1]
Yahudilerin ataları İbranilerdir, ve en önemli ataları Hz. İbrahim’dir. İbraniler, Hz. İbrahim öncülüğünde Mezopotamya’nın Harran şehrinden, Filistin’e göç ettiler. Hz. İbrahim’in oğlu Hz. Yakup’un adı Tanrı tarafından İsrail olarak değiştirildi ve onun oğullarının adlarıyla anılan on iki kabile de İsrailoğullarını teşkil etti. Ardından İsrailoğulları Mısır’a göç ettiler. Firavunların İsrailoğullarına zulmetmesi üzerine, Merenotah zamanında Hz. Musa önderliğinde Mısırdan M.Ö. 1250 yılında çıkmışlardır. Bu olay ( Exodus ), Yahudi tarihi açısından gayet önemli bir kırılma noktasıdır.
Yahudiler, Tevrat’a dayanarak, köklerinin İbrahim (Avraam) oğlu İshak’a (Yitshak) dayandığını iddia etmektedirler. Yahudilere göre, “ İshak, İbrahim’in karısı Sara’nın oğludur. Arapların baba İbrahim olmakla beraber, Sara’nın kölesi Hacer’den türediklerini söyleyerek onları köle çocuğu olmakla küçümser; babaları İbrahim (Avraam) olduğu halde onları kendileri dışında görürler. Kendilerini asil ve Yehova(Tanrı)’nın seçkin ve imtiyazlı bir ırkı sayarlar.[2]
Yine Yahudi kaynaklara göre, “İsrail, Hz. Yakup (Yaakov)’un lakabıdır. Bilindiği gibi Hz. Yakup, Hz. İbrahim’in Hz. İshak’tan olma torunudur. Hz. Yakup’a ‘Abdullah’ ya da ‘seçilmiş kişi: Mustafa’ anlamına gelen bu lakabın Allah tarafından verildiğini inanılır. İsrailoğulları, Hz. Yakup’un 12 oğlunun neslinden gelenlerin tümüne verilen addır. Hz. Yakup’un büyük atası Hz. İbrahim, Sümer’deki Ur şehrinden gelmiş ve Milat’tan yaklaşık 2200, Exodus’tan 1000 yıl önce Filistin’e yerleşmiştir. İsrailoğullarından Mısır’a ilk yerleşen Hz. Yusuf (Yosef)’tur. Kardeşlerinin kıskançlık ve ihaneti sebebiyle Hz. Yusuf’un, esaretle başlayıp Mısır hükümetinde bakanlığa kadar varan serüveni sonucunda, Filistin’de çıkan bir kıtlık nedeniyle 70 kişilik bir kafileyle Mısır’a gelip yerleştiler.”[3]

-          İslam Kaynaklarına Göre
Hz. İsmail ve Hz. İshak, Hz. İbrahim’in oğulları olup, babaları bir, anneleri ayrı olan kardeştirler. Kısas-ı Enbiya yazarı, Ahmet Cevdet Paşa’ya göre, Hz. İbrahim Sara’nın çocuğu olmadığından Hacer’le evlenmiş ve ondan Hz. İsmail olmuştur. Sara’nın bu duruma ziyade üzülmesi neticesinde Cenabıhak merhamet ve inayeti ile ihtiyarlığında kendisine İshak’ı ihsan etmiştir. İsrailoğulları Kudüs’ün, İsmailoğulları ise Mekke’nin koruması ve idaresini ele aldılar. Hz. İbrahim’in soyundan gelen bütün peygamberler Kudüs’ün muhafızı idiler. Bunlardan sadece Hz. İsmail Mekke muhafızlığı ile sorumluydu. Kudüs İsrailoğullarının, Mekke ise İsmailoğullarının kıblesiydi. İbadetlerini buralara yönelerek yapıyorlardı.
Hz. Yakub’un on iki oğlu olur. Kur’an’da İsrailoğullarının on iki kabile olduğundan söz edilir[4] ki, her kabile Hz. Yakup’un bu oğullarından gelmektedir. Hz. Yusuf ise, İsrailoğullarının ilk önemli şahsiyetidir ki İsrailoğullarının Mısır’a göçü onun sayesinde olmuştur.[5]
               
                “Yahudi” kelimesinin menşe itibariyle etimolojik izahı da ihtilaflı bir mevzudur. Yahudi kaynakları, bu ismin Hz. İshak oğlu Hz. Yakup’un en büyük oğlu olan Yuda, veya Yahuda’dan geldiğini ve bu sebepten dolayı Hz Yakup’un 12 oğlundan gelen soyun adına Yahudi dendiğini belirtmektedir. Dolayısıyla, bu kavimden gelenlere hem İsrailoğulları hem de Yahudi denmektedir.

            
Türkiye Yahudileri

                Türkler 1071 Malazgirt Muharebesi ardından Anadolu’yu istila etmeye başladılar. Bu süreçte ele geçirilen hemen her yerleşkede Yahudi nüfus ile karşılaştılar. Bu süreçte Türkler ilk kez Bursa’da büyük Yahudi cemaatleriyle karşılaştılar. Fakat asıl büyük Yahudi kesafetiyle Edirne’nin fethi ile karşılaşıldı. Buradaki Yahudilerin geçmişi Bizanslara dayanmaktaydı. Bizans, Milat’ın dördüncü asrına doğru Yahudi cemaatlerin bu bölgeye yerleşmesine müsaade etmişti. Bunların yanında, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşattığı esnada Yahudi cemaatlerin gösterdiği bitaraflık, Osmanlı-Yahudi ilişkileri açısından önemlidir.

Şehir 1453’te düştüğünde gerek Haçlı Seferleri, gerek Bizans’ın zenginliğini şehre aksettirmemesi sebebiyle perişandı. Fatih, bu şehri yeniden canlandırmak için büyük girişimlerde bulundu. Sultan, hayatı boyunca 190 camii, 24 ilkokul ve medrese, 32 hamam ve 12 ticaret hanı inşa ettirdi ve bir bedesten kurdu. Bu hamlelerin yanında, ticari hayatın canlanması amacıyla Anadolu’daki Türkmenleri şehre yerleştirdi. Ayrıca Bursa ve Edirne’de yaşayan Yahudileri İstanbul’a yerleşmeleri hususunda ikna etti. Bu tedbirler sonucu 1453’te 50.000 olan şehir nüfusu 1478’te 120.000’e ulaştı.[7]

                Şehre gelen Yahudilerin ticari kabiliyetleri Müslüman ve Hristiyanlardan oldukça yüksekti. İç pazarda etkinliklerinin yanı sıra İstanbul ile yabancı ticaret merkezleri arasında bir bağlantı tesis etmişlerdi. Fatih Sultan Mehmet, Hristiyan teba aksine Avrupa’dan destek almayan Musevi cemaatleri diğer gayrimüslimlerin üstünde tutmuş ve onlara bazı ayrıcalıklar tanımıştır. Galata, Balat, Hasköy ve Bahçekapı’da yaşayan Yahudilere ciddi gelir vergisi indirimleri sağlanmış ve ibadet özgürlükleri Şeyhülislam Mehmet Fenari Efendi’nin fetvasıyla güvence altına alınmıştır.

                Bu noktada bir hususa değinmekte fayda var. Osmanlı yönetimi sadece Musevilere değil, bütün gayrimüslim toplulukları belli muhit ve mahallerde ikamet ettirme yolunu seçti. Bu durum, gayrimüslim tebaanın gerek lisanen gerek örf ve adetçe Osmanlılığa bigâne kalmalarına ve kapalı topluluklar oluşturmalarına yol açtı. Bu bigâneliğin bariz şeklini Musevilerde görüyoruz. Museviler arasında Osmanlı lisanı arzu edilen derecede rağbet görmemiş ve dolaysıyla Museviler Osmanlı hayatı içtimaiyesinden uzaklaşmışlardır.

                Konumuza dönecek olursak; Fatih Sultan Mehmet’in bu hoşgörülü ve müşevvik politikaları iki sonuç doğurmuştur. Bunlardan birincisi, Osmanlı hoşgörüsünün Balkan halkları arasında duyulması ve dolayısıyla Balkan fetihlerinde Osmanlı’nın yerel halk ile mücadele etmemesidir. Bir diğeri de Aşkenaz Haham Isaac Sarfati’nin Orta Avrupa ve Almanya’da baskı altında yaşayan Musevilere gönderdiği mektuplarda Osmanlı’yı barış, kardeşlik, dostluk ve refah ortamı olarak tanıtmasıdır. Bu mektuplar neticesinde Baverya ve Merkezi Avrupa’da yaşayan Aşkenaz Yahudilerinden Osmanlı topraklarına önemli ölçülerde göçler yaşanmıştır.



[1] Selim Okuyan
[2] Dr Abdurrahman Küçük
[3] Mustafa İslamoğlu
[4] A’raf Suresi, 160. Ayet
[5] Kur’an’a Göre Hz. Musa Firavun ve Yahudiler

Wednesday, August 13, 2014

Küresel Köyde Misafirperverlik

Not: Bu yazıyı İngilizce kaleme aldım ve ardından Türkçe'ye çevirdim. Yazının İngilizce haline www.hfurkank.blogspot.com.tr adresinden ulaşabilirsiniz. 
Küresel Köyde Misafirperverlik: Kültürler Arası Diyalog ve Misafirperver Hoşgörü
Başlangıçta göç vardı. İlk insanlar Âdem ile Havva, Gan Eden’den, yani Aden Bahçeleri’nden çıkartıldı. Tektanrıcılığın babası Hz. İbrahim, Tanrının “Leh Leha” (“Git!”) emrine uyup Mezopotamya’daki vatanı Ur’dan Kenan ülkesine göç etti; torununun oğlu Hz. Yusuf ise buradan Mısır’a gitti… Bu yolculuk asırlarca devam etti. İnsanlar sadece çevre ülkelere göç etmediler; sahraları, okyanusları ve tahayyül dahi edilemeyecek her türlü engeli aştılar.
Günümüzde, Collins Online Dictionary’e göre “insanların yerlisi olmadıkları bir ülkeye yerleşmek amacıyla yaptığı hareket” olarak tanımlanabilecek göç, oldukça kompleks bir olgudur. Analizlerime göre, göçü müteakiben vuku bulan oryantasyonu 3 aşamada inceleyebiliriz. İlk olarak kültürel sarsıntı evresi, ardından yerleşme evresi ve son olarak diyalog evresi. Bu evrelerin tahlilini, makalenin ilerleyen kısımlarına bırakıyorum.
2006 yılı itibariyle, Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal İşler Departmanı (UN DESA) dünya çapında göçmen sayısını 200 milyon olarak tespit etti. Bu istatistik, göç mefhumunun günümüzde ne denli önem arz ettiğini kanıtlar niteliktedir. Yüz milyonlarca insanı etkileyen bu göç olgusu,  çoğunlukla ev sahibi ve muhacir topluluklar arasında sürtüşmelere yol açmaktadır. Bu sürtüşmeler, çözümlenmelerindeki güçlük itibariyle göç olgusunu araştırılması oldukça zor ve fakat bir o kadar da ehemmiyetli bir görüngü yapar.
Bu görüngüyü incelerken karşılaşılan zorluk, “Göçmenler nasıl uyum sağlayacaklar? Asimilasyonla mı yoksa entegrasyonla mı? Toplum ‘Eritme Potası’ gibi mi; veyahut ‘Salata Kâsesi’ gibi mi hareket etmelidir?” sorularına doğru bir cevap verebilmektir. Bu karmaşık görüngüyü daha iyi anlayabilmek ve yukarıdaki sorulara cevap verebilmek için entegrasyon ve asimilasyon kavramlarının tahlilinin yapılması gerekmektedir.
Asimilasyon özetle; bir ast grubun dil ve kültür ögelerinin, hâkim olan kültürün baskısı altında sindirilerek yok edilmesidir. Uluslararası Göç Örgütü’ne göre asimilasyon tek taraflı bir süreçtir; zira asimilasyon, göçmenlerin menşe ülkelerindeki değer ve törelerini hiçe sayarak, ev sahibi toplumun değer ve doğru sistemlerini kabul etmesini gerektirir. Bu metot, bir yere kadar meşrudur. Yeni gelenler ev sahibinin yaşama biçimine adapte olmalıdır; ancak göçmenlerin kendi zararsız geleneklerini uygulayabilmelerine engel olunmamalıdır.
Asimilasyon metodu ‘Eritme Potası’ metaforu ile özdeşleşmiştir. Eritme potası, heterojen bir toplumun homojenleşmesi ve dolayısıyla ortak bir kültüre sahip, ahenkli bir bütün oluşturmasıdır. Değişik elementler eriyerek yeni bir alaşım oluştururlar. Bu elementler farklı kültürlere mensup topluluklardır.
Asimilasyoncular; devletlerinin mevcut gelişmişlik düzeyine ulaşmasını ulusal bir kimlik oluşturmaktaki başarısına borçlu olduğuna inanma eğilimindedirler. Vatandaşları din veya etnisite unsurlarıyla gruplara ayırmanın ve bu gruplara bazı imtiyazlar verilmesinin, korumaya çalışan gruplara, faydalı olması şöyle dursun, zarar vereceğini iddia ederler. Zira bu imtiyazlar toplumun geri kalanında bir reaksiyona sebebiyet verecek ve bu mümtaz gruplara karşı toplumsal bir tepki doğacaktır.
Bu metodun tehlikelerinden birisi de, göçmen toplulukların değer sistemlerinden vazgeçme talebine karşı tepki göstererek kendi kültürlerine kapanmaları, ev sahibi kültürle münasebetlerini kesmeleri ve dolayısıyla toplumda marjinal gruplar oluşturmaları ihtimalidir ki bu durum uzun vadede çok büyük problemlere yol açabilir.
Ayrıca asimilasyonun ne kadar etik olduğu da bir tartışma konusudur. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan Almanya gezisinde “Asimilasyon bir insanlık suçudur” ifadelerini kullanmıştı.
Fransız hükümeti bahsi geçen asimilasyon metodunu kullanmaya çalıştı, ama birçok noktada başarısız oldu. Müslüman peçesi okullarda yasaklandı ve dolayısıyla ikinci ve üçüncü nesil muhacirler bu sisteme isyan etme noktasına geldi.  2005 yılında Fransız banliyölerindeki ayaklanmalar ve 2011 yılındaki başörtüsü yasağına karşı yapılan protestolar bu eğilimi kanıtlayacak niteliktedir.
Entegrasyona gelecek olursak… Entegrasyon; ev sahibi ve misafir kültür veya bireylerin bir köprünün ortasında buluştukları ve birbirlerini anlamaya çalıştıkları bir ortaklık olarak resmedilebilir.
Uluslararası Göç Global Komisyonu entegrasyonu uzun vadeli ve çok boyutlu bir süreç olarak resmediyor. Hem muhacirler hem de ev sahibi konumundaki bireyler bu sürece katılmalı, birbirlerine saygı duymalıdırlar. Ayrıca iki taraf da idrak ve kültür yapılarında, entegrasyonun doğal bir sonucu olarak oluşabilecek değişikliklere hazır olmalıdırlar.
Tabiridiğer ile; entegrasyon, ev sahibi toplumda bir ‘Salata Kasesi’ oluşumuna işaret eder. Salata Kâsesi mefhumu, ev sahibi ülkedeki muhtelif kültürlerin tıpkı bir salata oluştururmuşçasına bütünleşmesi anlamına gelir. Bu modelde birçok kültür bir araya getirilir – tıpkı bir salata gibi -, fakat birleşmek suretiyle homojen bir kültür oluşturulmaz. Her kültür geleneklerini ve ayırt edici keyfiyetlerini muhafaza eder.
Salata kâsesi, çeşitliliği ve bu çeşitliliğin kurumsallaşarak tanınmasını destekleyen ideoloji ve politikaların taraftarı olan çokkültürcü (multiculturalist) bir yaklaşımı imgelemek için de kullanılmaktadır. Bu bağlamda denilebilir ki, salata kâsesi “insan hayatındaki farklılıkların mevcudiyetinde ve insanların kendi kimliklerini tensip ettikleri surette ifade etmelerinde herhangi bir beis görmeyen” bir toplum oluşturmayı amaçlar. Uluslarlarası Göç Örgütüne göre; çokkültürcü bir toplum, farklılıklara müsaade etme ve muhacirlere eşit hak ve fırsatlar oluşturmanın yanı sıra, göçmenlerin memleketleri ile kültürel bağlarını sürdürmelerine fırsat tanımayı amaçlar.
Çokkültürcülük, taraftarları tarafından insanların toplum içerisinde kimliklerini ifade edebilecekleri, daha hoşgörülü ve sosyal sorunlara çözüm üretmeye daha yatkın bir sistem olarak görülüyor. Fakat yine de, yukarıda belirtildiği üzere, bu tartışmalı bir husus.
Çokkültürcülüğe karşı olanlar; birbirleriyle alakadar ve birbirlerine tesir eden toplumların; farklılıklarını muhafaza ederek bir arada yaşamasının paradoksal, sürdürülebilir ve hatta arzu edilir olup olmadığı hususunda sık sık tartışırlar.
Yaklaşık 10 yıldır bu konuyla ilgili araştırmalarda bulunan Harvard Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü Robert D. Putnam, çokkültürcülüğün ulusal güvene zarar verdiğini ifade ediyor. Bununla beraber, çokkültürcülüğün topluma negatif tesiri olduğuna dair somut örnekler de mevcut. Mesela, İngiltere’de Müslüman gruplar kendilerinin devlet yasasınca temsil edilmediklerini hissetmekte ve İslami şeriat uygulayan ve toplumdan soyutlanmış marjinal gruplar oluşturuyor. Ayrıca, muhacir birey veya toplumların değer sistemi ve geleneksel veya dini uygulamaları, ev sahibininkilerle zıt düştüğü takdirde gerilimler oluşabilir. Bu tür durumlarda, ev sahibi topluluklar, muhacirlerin menşe ülkelerindeki yaşam tarzından vazgeçerek, kendi ülkelerindeki hayat biçimine itaat etmelerini talep edebilir. Bu yaklaşım da bir yere kadar kabul edilebilirdir. Yeni gelenler, memleketlerindeki sosyal normlar doğrultusunda bir hayat devam ettirmeyi bekleyemezler. Müesses hukuk kurallarına, ülke sınırları içerisinde oldukları sürece tabi olmalıdırlar. Aksi takdirde, kaos kaçınılmaz olacaktır.

Yukarıda bahsedilenlerin ışığında denilebilir ki, asimilasyon dünyanın bugün için ihtiyaç duyduğu şey değil; zira bu yaklaşım hiçbir şekilde misafirperver ve hatta insancıl değil. Eritme potası, kültür içerisindeki farklılıkları yok etmek suretiyle kültürü yoksullaştırmaktadır. Entegrasyon modeline gelecek olursak. Günümüzdeki uygulanışı itibariyle bu yaklaşım, topluluk içi bağları parçalanma ve bölünmeyi engelleyecek düzeyde sağlıklı tutmakta yetersiz kalıyor. Salata kâsesi kültürdeki farklılıkları koruyor ve fakat zamanla bileşenlerine rahatça ayrılabiliyor. Ezcümle, dünyanın bu hususta yeni bir yaklaşıma ihtiyacı var.
Bu yeni yaklaşımdaki anahtar konsept ‘hoşgörü’ olmalı. Ben bu doğrultuda bir yaklaşım geliştirdim ve bunu ‘Aşure Kazanı’ olarak adlandırdım. Bu modelde birey veya gruplar birbirlerini oldukları gibi kabul etmelidir. Birbirlerine saygı duymalı ve farklılıklarını hoş görmelidirler. Aynı dinin mensupları oldukları, ya da aynı etnik kökenden geldikleri için değil; fakat insan oldukları için.
Aşure, Hz. Nuh’un çeşitli bileşenlerle yaptığı, muhallebi kıvamında bir tatlıdır. Bu tatlıda bileşenler kimliklerini kaybetmezler yalnız lezzetlerini paylaşırlar. Bileşenler karışır, ortak bir lezzet oluşturur fakat kimlikler yok olmaz. Aşurede pirinç, fasulye nohut, kuru meyve ve fındıktan oluşabilir. Lakin bütün bileşenler, değiştirilebilirler. Mesela fındık yerine ceviz kullanılabilir. Bu karışımdan çıkartılamayacak tek bir bileşen vardır. Bu zaruri bileşen yarmadır ki bu hoşgörüyü temsil eder.
Hoşgörüye ilaveten, bu metodun arzu edilen sonuçlara ulaşması için misafirperverlik ve kültürlerarası diyalog da büyük öneme haizdir. Bence çokkültürlü bir toplumun sıhhati bunlara bağlıdır. Şimdi bu kavramları, muhacirlerin yaşadığı oryantasyon sürecinin aşamalarını irdelemek suretiyle inceleyelim.
Daha önce de bahsettiğim üzere, muhacirlerin karşılaştıkları problemler aşamalar halinde incelenebilir. İlk aşama, ‘Kültürel Sarsıntı’ evresidir. Bu evrede muhacirler, giriş yaptıkları yeni toplumda değişik gelenek, görenek ve değerlerle karşılaştıkları için bir kültürel sarsıntı yaşarlar. Bu sarsıntılı süreç esnasında gruplar veya şahıslar arasında nahoş olaylar vuku bulabilir. Bunlara mani olmak ve bu evreyi mümkün olduğunca sancısız bir şekilde atlatmak için toplumun hoşgörülü olması gerekmektedir. Bu sayede yaşanılan kültürel sarsıntı sonucu cereyan etmesi muhtemel olan gerilimler hafifletilebilir. Ev sahibi toplum ne kadar hoşgörülü olursa, muhacir topluluklar ev sahibinin immün sisteminden o denli kolay geçebilir ve sonuç olarak bu süreç daha az sancılı olmuş olur. Asimilasyon metodunu inceledikten sonra denilebilir ki, bu yaklaşım kültürel sarsıntı evresini, hoşgörülü olmadığı için, iyi yönetemedi ve dolayısıyla oryantasyon ikinci aşamaya geçemeden burada son buldu.

Ardından ‘Yerleşme’ evresi gelir. Bu evrede muhacirler ev sahibi kültürü tanır ve bu kültürle beraber yaşamayı öğrenirler. Bu evreyi mümkün olduğunca rahat atlatabilmek için gerekli olan vasıf misafirperverliktir. Ev sahibi toplum, hoşgörülü olmanın yanı sıra muhacirleri adeta bir ev sahibinin bir misafiri karşılaması gibi karşılamalı ve onlara kibar davranmalıdır. Aksi taktirde muhacir gruplar birleşerek marjinal gruplar oluşturabilirler ki bu toplum sıhhatine zarar verir. Entegrasyon metodu ve salata kâsesi metaforu bu aşamada muhacirlere misafirperverlik göstermektedir fakat muhacirlerin misafir olmaktan çıkarak ülkede eşit vatandaş konuma geldiklerinde başlayacak olan diğer aşamayı yönetmekte başarılı olamamıştır. Entegrasyon modeli bu aşamadan sonra ne olacağını hesap edemediği için, entegrasyon yaklaşımı, oryantasyon süreci bu evrenin sonunda nihayetlenmektedir ve belki de en ehemmiyetli aşamaya geçiş sağlanamaz.
Oryantasyonun son evresi ‘Diyalog’ evresidir. Bu aşama, eritme potası ve salata kâsesinin çözümleyemediği aşamadır. Bu evrede gruplar veya bireyler etkileşime geçmeli, farklılıklarını öğrenmeli ve birbirlerini oldukları gibi kabul etmelidirler. İnsanların bilmedikleri şeyden korktukları söylenegelmiştir. Eğer bu grup veya bireyler birbirlerini tanıma fırsatı bulurlarsa korkulacak bir şey kalmaz. Devletler bu doğrultudaki her türlü kültürlerarası diyalog faaliyetlerini desteklemelidir çünkü kanaatimce çokkültürlü bir toplumun sıhhatini tesis etmek konusundaki en etkin yöntem budur.
Aşure Kazanı modeli bahsi geçen her aşamada, karşılaşılması muhtemel her sorun için çözümler içeriyor. Bu modelde kimlikler ve farklılıklar muhafaza ediliyor çünkü karışıma tat veren unsur, farklılıkların mevcudiyeti. Malzemelerin birbirlerine tatlarını tam olarak verebilmesi için hoşgörü, misafirperverlik ve kültürlerarası diyalog esasları sağlanmalıdır. Bu üç konseptin tesisi durumunda beklenen sonuçlara ulaşılacaktır.
Bütün bu süreçler boyunca muhacir grup ve bireyler ev sahibi toplumdaki müesses hukuki düzenleme ve sosyal normlara bağlılık göstermeli ve bunları değiştirme girişimde bulunmamalıdır. Unutulmamalıdır ki ev sahibi toplumun gelenek ve görenekleri, o toplumun kültürel mirasıdır ve dolayısıyla kutsalıdır.  Muhacirler, tek taraflı bir politikanın hiçbir şekilde sonuç vermeyeceği bilicinde olmalıdır ve yerel toplumu rahatsız etmeme hususunda azami ölçüde duyarlı olmalıdır.
Sonuç olarak, asimilasyon metodu (Eritme Potası) başarısız oldu çünkü muhacir birey ve grupların farklılıklarını hoş görmekte yetersizdi; oryantasyonun ikinci aşamasına dahi ulaşamadı. Entegrasyon metodu (Salata Kâsesi) arzu edilen noktaya ulaşamadı; zira bu yaklaşım, muhacirlerin yeni ülkelerine yerleştikten ve artık o ülkenin eşit haklara sahip vatandaşları konumuna geldikten sonra vuku bulacak olayları öngöremedi ve dolayısıyla oryantasyonu bir ileri seviyeye götüremedi. Fakat Kültürlerarası Diyalog düşüncesi (Aşure Kazanı) toplumun kültürel sarsıntıyı hoşgörü ile atlatmasını, muhacirlerin ülkeye yerleşimini misafirperverlik hasleti ile kolaylaştırmasını ve diyalog ile korku ve nefreti yok etmesini sağlamakta ve sonuç olarak mevcut yaklaşımlar arasında en uygun olanı olarak tezahür etmektedir.

Kaynakça – Bibliography

Bloor, Kevin. "Multiculturalism." The definitive guide to political ideologies. Milton Keynes: AuthorHouse, 2010. 270-295. Print.

Chrisafis, Angelique. " Muslim women protest on first day of France's face veil ban." The Guardian . 11 Apr. 2011. Web. 17 Jan. 2013. <http://www.guardian.co.uk/world/2011/apr/11/france-bans-burqa-and-niqab>.

"Definition of immigration." Collins Dictionaries. Web. 17 Jan. 2013. <http://www.collinsdictionary.com/dictionary/english/immigration?showCookiePolicy=true>.

EuropeNews. "Erdogan: assimilation is crime against humanity." EuropeNews. Web. 17 Jan. 2013. <http://europenews.dk/en/node/7132>.

Karvelas, Patricia. "Muslims to push for sharia." The Australian. 17 May 2011. Web. 17 Jan. 2013.
<http://www.theaustralian.com.au/national-affairs/muslims-use-multiculturalism-to-push-for-sharia/story-fn59niix-1226057100331>.

Lerman, Antony. " In defence of multiculturalism." The Guardian . 22 Mar. 2010. Web. 17 Jan. 2013. <http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2010/mar/22/multiculturalism-blame-culture-segregation>.

Nagle, John. "The Carnival and The Status Reveals: Multicultural Public Spectacles." Multiculturalism's double bind creating inclusivity, cosmopolitanism and difference. Farnham, England: Ashgate, 2009. 101-124. Print.

Putnam, Robert. "E Pluribus Unum: Diversity and Community in the Twenty-first Century The 2006 Johan Skytte Prize Lecture." Scandinavian Political Studies 30.2 (2007): 137-174. University of Aberdeen. Web. 17 Jan. 2013.

 Sforza, Tiziana. "Melting pot or salad bowl?." cafebabel.com. 3 June 2006. Web. 17 Jan. 2013. <http://www.cafebabel.co.uk/article/16216/melting-pot-or-salad-bowl.html>.  Translated by Corina Gafner
"Summary of the Report of the Global Commission on International Migration." Global Commission on International Migration. Web. 17 Jan. 2013. <www.un.org/esa/population/meetings/fourthcoord2005/P09_GCIM.pdf>.

Talwar, Divya. "Growing use of Sharia by UK Muslims." BBC . 16 Jan. 2012. Web. 17 Jan. 2013. <http://www.bbc.co.uk/news/uk-16522447>.



Arktik Petrolleri

Not: Bu yazı 2012 yılında kaleme alınmıştır.

Dünyamız 19. Yüzyılın sonundan bu yana hızlı bir şekilde ısınıyor. Bilindiği üzere, bu ısınmanın sebebi atmosfere metan ve karbondioksit gazlarının salınımıyla oluşan sera etkisi. Bu ısınmadan nasibini alan başlıca bölgeler arasında Arktik Bölgesi muhtelif sebeplerden ötürü oldukça dikkat çekiyor.[1]


Bazı kaynaklara göre Kuzey Buz Denizi’nin ortalama sıcaklığı Dünya ortalamasının iki katı hızla artmakta[2] ve NASA uydu fotoğraflarına göre günümüze kadar ortalama her on yılda dünya buzullarının %9’u erimekte.[3] Erimenin bu hızla devam etmesi halinde, 2060 ile 2080 yılları arasındaki bir yaz mevsiminde,  Kuzey Buz Denizi buzullardan tamamen temizlenecek.[4] Buzulların tamamen erimesinin 2030[5] yılına denk geleceğini öngören kaynaklar da mevcut.

Yaz buzullarının tam olarak ne zaman eriyeceği meçhul olsa da bir şey aşikâr ki o da Arktik buzulları oldukça hızlı ve ivmeli bir şekilde erimekte. NASA’nın resmi internet sitesinden alınmış[6] aşağıdaki grafikte Arktik Bölgesinde Buzullarla kaplanan alanın Eylül ayı verileri var. Eylül ayı, Arktik Bölgesinde buz ile kaplı alanların en dar olduğu dönem olarak biliniyor. 2012 buz oranı; 1980’in yarısına düşerek, 3,4 milyon metrekareye geriledi.[7]

            Peki, bu erime bölgesel ve/veya küresel çapta hangi sonuçlara gebe? Bu sonuçları maddeler halinde inceleyelim.

-          Küresel ölçekte su seviyeleri yükselecek. Amerikan Ulusal Kar ve Buz Veri Merkezi verilerine göre[8] Dünya’daki tüm buzulların erimesi halinde su seviyesinin küresel olarak 70 metre artması bekleniyor.

-          Global ekosistem alt üst olacak. Buzullar tatlı su kaynakları oldukları için, erimeleri halinde okyanusların tuzluluk oranını bozacak ve bazı canlı türlerinin yok olmasına sebep olacak. Tuzluluk oranındaki değişim, okyanus sularının yoğunluklarını ve dolayısıyla okyanus akıntılarının yönünü değiştirecek. Bu da Dünya’daki ısı dağılımını etkileyecek.

-          Bölgedeki buzların erimesi sonucu bölgedeki habitat ve yerel kültürler yok olacak.

-          Kutuplardaki buzulların yok olması ile beraber uzaya yansıtılan ışık miktarı azalacak. Bu da küresel ısınmayı hızlandıracak.

Bütün bu ekolojik endişelerin son dönemlerde yerlerini stratejik çıkarlara bırakmaya başladığını görebiliyoruz. Zira ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu’nun 2008 yılında yayınladığı bir makaleye[9] göre kanıtlanamamış küresel enerji rezervlerinin %24’ü kuzey buzullarının altında yatıyor. Bu makaleye göre Arktik Bölgesi’nde 90 milyar varil petrol, 47 trilyon metreküp doğalgaz ve 45 milyar varile eşdeğer sıvı halde doğal gaz bulunuyor.

Bu kaynaklara sahip olabilmenin yanında, bir diğer stratejik çıkar ise buzulların erimesi sebebiyle buzkıran ya da çifte zırhlı gemilerle dahi şimdiye kadar ulaşılamayan alanlara ulaşılabilecek olunması ve bölgelerdeki doğal kaynakların işletilmesinin mümkün hale gelmesi.

Arktika’daki stratejik çıkarlar bununla da bitmiyor. Buzulların tamamen erimesi halinde gemiler Asya, Avrupa ve Amerika arasında Panama ve Süveyş kanallarını veyahut Malakka Boğazını kullanarak kat ettikleri günümüz klasik denizyollarına göre yaklaşık %40 daha kısa olacak olan yeni denizyollarını kullanabilecekler.[10]

Büyük ölçekli stratejik çıkarların cirit attığı Arktik Bölge’sinin paylaşımı konusunda, Arktik Konseyi 8 Ülke ( Kanada, Rusya, Amerika, Danimarka, Norveç, İsveç, Finlandiya ve İzlanda) mutabakata varabilmiş değil. Bu ülkeler arası anlaşmazlıklar Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 8. Maddesi altında, yani “İç Sular” başlığı altında toplanıyor. Beş komşu devlet; Kanada, Norveç, Rusya, ABD ve Danimarka karasularının genişletilmesini talep ediyor.[11][12][13][14] İşte Arktiğin paylaşılamamasının başlıca nedeni burada yatıyor.

            Küresel ısınmayla ortaya çıkan bu jeopolitik durum,  bölgede zaman zaman tansiyonu yükseltiyor.  Rusya’nın “Arktika 2007” isimli keşif araştırması ile denizin 4300 metre altına Rus Bayrağı dikmesi[15] ile anlaşmazlıklar kızıştı. Rusya, bu keşif araştırmasını yaptıktan 1 ay sonra, Eylül ayında, Rusya Tabii Kaynaklar Bakanlığı araştırılan bölgenin kıtasal kabuğunun anakara ile bitişik olduğunu ve dolayısıyla Rusya karasuları içerisinde bulunduğuna dair bir bildiri yayınladı.[16]

            Bu bildiri üzerine Kanada Dış İşleri Bakanı Peter MacKay, Orta Çağ’da yaşamadığımızı; dolayısıyla bayrak dikme yarışına girmenin mantıksız olduğunu belirterek, bilakis bayrak dikilen bölgenin Kanada’ya ait olduğunu söylemişti. Kriz, 25 Eylül günü Putin ve Kanada Başbakanı Stephen Harper arasındaki telefon görüşmesi sonucunda çözülebilmişti.[17]

            Bunların yanında Danimarka ve Kanada arasındaki Hans Adaları sorunu[18][19]  ve Rusya-Norveç arasındaki Barents Denizi sorunu[20] bir ölçüde halledilmiş olsa da ABD-Kanada arasındaki Beaufort Denizi’nin sınır ve kaynaklarının paylaşımı meseleleri[21] ve ABD-Rusya arasındaki Bering Denizi sınır sorunu Arktik’deki sınırdaş devletlerarasındaki ihtilafı ve gerginliği gözler önüne seriyor.

            Uluslar Arası Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre bölgedeki sahildar devletlerin 200 deniz millik alanda Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) hakları mevcut. Yani başka bir deyişle, sahildar devletler kıyılarından 200 deniz mili uzakta kalan çizginin berisindeki canlı ve cansız ( petrol, kömür, doğalgaz) varlıklar üzerinde tasarruf hakkına sahip. Fakat buzulların tamamen erimesi ile boşta kalan araziler tartışma konusu. [22]

Bölgedeki stratejik çıkarların paylaşımında sahildar devletler dışında da aktörler mevcut. AB ve Çin, Kanada’nın kuzeyindeki kuzey-batı geçidini oluşturan boğazların açık denizlere çıkıyor olmasından dolayı uluslararası sayılarak geçişlerin serbest bırakılmasını talep ediyor.[23] Eğer bu talepleri gerçekleşirse, Kanada bölgede ekonomik faaliyetlerine devam edebilecek yalnız boğazları kapatma hakkına sahip olamayacak.

Diğer taraftan Kanada ise, bu boğazların kendi iç suları olduğunu iddia ediyor ve buralardan serbest geçişin mümkün olamayacağını söylüyor.[24]

Bununla beraber AB ve Çin’in bu bölgedeki siyasete azami ölçüde müdahil olma çabaları dikkat çekiyor. AB, bünyesine İzlanda’yı alarak, Arktik Konseyi’nde kalıcı gözlemci üye olmak istiyor. AB’nin daha evvelki kalıcı gözlemci olma sürecinin önünü Kanada tıkamıştı.[25]

Çin de boş durmuyor, kalıcı gözlemci statüsünü elde etmek istiyor.[26] Bunun için İzlanda ve İsveç ile yakın ilişkiler kurma girişiminde.[27][28] Çin’in bölgeye müdahil olma çabasının altında yatan sebep, Avrupa’ya ve Amerika’ya giden deniz yollarının Arktika üzerinden kısalacak olması. Bu değişimden Çin’in yıllık 60-120 milyar dolarlık bir tasarrufta bulunması bekleniyor.[29] Bununla beraber, Çin’in bölgedeki enerji kaynaklarına ulaşmayı istediğini tahmin etmek çok da zor olmasa gerek.

Küresel ısınma ile bölgedeki buzulların erimesi, bölgede ulaşım ve madenlerin işlenmesini kolaylaştırıyor ki bu durum Arktika’nın jeopolitik ehemmiyetini arttırıyor. Bölgedeki devletlerarasındaki anlaşmazlıklar henüz tam olarak çözülememişken, Çin ve AB’nin olası bir Arktika paylaşımında pay sahibi olma istekleri, bölgedeki durumu daha da kızıştırıyor. Arktik Konseyi üye 5 ülkenin sınırlarını kuzeye doğru genişletme arzusu, ileride bölgede bir silahlanma yarışına yol açabilir, ve asimetrik bir güç dağılımı olması durumunda, enerji savaşlarının yeni rotası Arktika olabilir.



[1] http://www.scientificamerican.com/slideshow.cfm?id=top-10-places-already-affected-by-climate-change
[3] http://climate.nasa.gov/keyIndicators/index.cfm#seaIce
[4] http://www.nature.com/ngeo/journal/v2/n5/full/ngeo467.html
[5] http://news.nationalgeographic.com/news/2009/10/091015-arctic-ice-free-gone-global-warming.html
[6] http://climate.nasa.gov/keyIndicators/index.cfm#seaIce
[7] http://www.todayszaman.com/news-292911-arctic-ice-shrinks-to-all-time-low-half-1980-size.html
[8] http://nsidc.org/cryosphere/glaciers/quickfacts.html
[9] http://pubs.usgs.gov/fs/2008/3049/
[10] http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1261764&title=yorum-didier-billion-arktik-yeni-petrol-savaslarinin-ussu&haberSayfa=0
[11] http://www.thecanadvocate.com/2009/12/10/canadas-legal-claims-to-the-arctic/
[12] http://news.bbc.co.uk/2/hi/programmes/newsnight/9483790.stm
[13] http://en.rian.ru/russia/20101113/161323182.html
[14] http://www.voanews.com/content/arctic-warming-means-challenges-clinton-says/1146413.html
[15] http://www.guardian.co.uk/world/2007/aug/02/russia.arctic
[16] http://business.highbeam.com/407705/article-1G1-168889733/lomonosov-ridge-mendeleyev-elevation-part-russia-shelf
[17] http://www.cfr.org/canada/conversation-stephen-harper-rush-transcript-federal-news-service/p14315
[18] http://byers.typepad.com/arctic/2009/02/hans-island-denmark-responds.html
[19] http://news.nationalpost.com/2012/04/11/new-proposal-would-see-hans-island-split-equally-between-canada-and-denmark/
[20] http://www.bbc.co.uk/news/business-13686049
[21] http://www.ctvnews.ca/u-s-moving-to-claim-parts-of-beaufort-sea-1.262906
[22] Vardaryıldız, S. (2012, Haziran). Analist, 16, 42-45
[23] http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2006/11/05/AR2006110500286.html
[24] http://www2.canada.com/topics/news/features/arcticambitions/story.html?id=de0a569c-1ec6-478c-9fd0-a45622e2fe9a
[25] http://euobserver.com/885/28043
[26] http://www.cbc.ca/news/canada/north/story/2012/02/01/north-china-arctic-pm.html
[27] http://www.reuters.com/article/2012/04/20/us-china-europe-idUSBRE83J0M920120420
[28] http://www.thelocal.se/40464/20120425/
[29] Vardaryıldız, S. (2012, Haziran). Analist, 16, 42-45